Romanı yazarken on iki kilo vermiş
Bazı kitaplar vardır, hissede hissede, yazarından kan damlaları dökerek yazılır. Ciğerdelen'in izine düştüğümde bunları gördüm.
‘Ciğerdelen’im beni yolara düşürdü
‘Ciğerdelen’i okuyalı uzun zaman oldu. Acaba onu okuyup da mahvolmayan, kendi kendine “Özleyen kim, seven kim?” diye tekrar tekrar sormayan var mıdır? İşte ben bu soruları kendime sorarken ‘Ciğerdelen’im beni yollara düşürdü. Kitaplar kitaplara götürdü, mürşitler başka mürşitleri işaret etti.
Herkesten gizli yazardı
Safiye Erol’un yeğeni ve evlâdım dediği Aydın Erol’a varıncaya kadar daha kimlerle görüşmedim ki... Aydın Bey ‘Safiye Abla’sından bahsetti bana. Tuhaf, yazdığına hiç tanık olmamışlar. ‘Safiye Ablam, gece bir gibi yatar ve üç dört saat uyurdu. Sonra kalkar gün daha ağarmadan Maçka Palas’taki evimizden çıkar ve yürüyüş yapardı. Muhtemelen bizim onu odasında uyuyor sandığımız vakitlerde, o hep yazı yazıyordu. ’Safiye Erol’un bir röportajında ‘müthiş bir gizlilik içinde yazarım’ dediğini hatırlıyorum. Aydın Bey’in eşi de Safiye Erol’un büyük bir neşe ve yaşama azmi ile dolu olduğunu söylüyor. ‘Çok okurdu. Her sabah ‘Hâfız’ın Divanı’nı açar gazeller okurdu. Ben o zaman bunların anlamına varamazdım. Ama o büyük bir şevkle okumaya devam ederdi.’
Bir aşkın peşinde
Bilenler bilir; dilhıraş derler; yani gönül tırmalayan, gönlü delen. ‘Ciğerdelen’ belki de yedi peçeli masalının etrafında dönen ve bir gizlenip bir görünen aşkın romanı. ‘Aşklarımız hep ezelî olanın çehresine bürünüyor ve biz kendi meçhul kimliğimizi bu çehrenin aksinde arıyoruz,’ diyen Safiye Erol’a, hak vermemek ne mümkün. Acaba Safiye Erol’un dört romanı içerisinde özellikle ‘Ciğerdelen’in bu kadar öne çıkmasının sebebi yazarın yıllarca yüreğinde gizlediği, çok yakınında olan birkaç kişi dışında kimsenin bilmediği gönlünü tırmalayan o aşkı bütün gayretiyle anlatmak ve bilinmek çabası mıdır? Safiye Erol ‘Ciğerdelen’i yazarken tam on iki kilo vermiş, defalarca bayılmış ve roman bittiğinde hasta yatağına yatmış. Bunlar Safiye Erol’un anlattıkları, bir de anlatmadıkları var. Almanya’da tahsiline devam ederken Hintli bir mücahite duyduğu aşktan izler vardır romanlarında. Zaten ne olduysa bu iki genç ayrılıp kendi vatanlarına döndükten sonra oluyor. Safiye Erol’un ‘facia devrinden kalma alışkanlıklar’ dediği işkence döneminden çıkmaya çalışırken aşkını ve ruhunu veriyor ‘Ciğerdelen’ine, ‘Dineyri Papazı’na…
Ruhu ve aşkı olan her şey bir dikkat uyandırıyor insanlarda ve her nerde olsa fark ediliyor. Safiye Erol bütün bir ömrüne bu ruhun, bu aşkın kaynaması için çalışmış. Çektiği ıstırabı ilâhî bir cezbe ile karşılarken, neşesini de büsbütün öldürmemiş. Varıyla yoğuyla ortaksız, başsız sonsuz, kusursuz olan o ilk aşkı diriltmeye uğraşmış.
İnsan önce kendini affeder
Kubbealtı Vakfı’nda ziyaret ettiğim değerli hocam Özcan Ergiydiren, öğrenciliği zamanında tanıştığı Safiye Erol’dan bahsederken onun başka bir yönüne dikkat çekiyor. ‘Çok disiplinli ve mesafeliydi. Ama ben onun hayata ve insanlara biraz kırgın olduğunu düşünmüşümdür. ‘Ken’ân Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık’ eserini okuduğumda bunu hissetmişimdir. Ken’ân Rifâî’yi ziyarete gittiği bir gün uzun zaman görünmediği için sitem eder. Hocasından af diler. Ken’ân Rifâî der ki; ‘Ben affetmişim ne çıkar? Sen kendi kendini affet.’ Bu görüşmeden sonra Safiye Erol, ölmeden önce ölmek sırrını bir adım öteye götürdüğü için hocasının bir sözüyle tekrar mevziye dönmek için kendinde kuvvet buluyor: ‘Artık tamam. Bir adım bile yok bu yolda, son merhalene geldin. Ötesinden seni men ederim.’
Osmanlı padişahları, hilâfete sahip olmadan önce, hocalarının irşâtlarından kuvvet alırlarmış. Safiye Erol da bu kuvvet ve samimiyetle hayatını gerçekleştiriyor. ‘Çölde Biten Rahmet Ağacı’ isimli kitabında Hz. Muhammed (sav)’e olan sevgisini dile getiriyor. Batıya ve doğuya dair o güne kadar ne öğrendiyse hepsini bu kitabında da paylaşıyor. Miraç hadisesini, Hz. İbrahim’i, Hz. Hatice’yi bambaşka bir dille anlatıyor; şarkı ve garbı çok iyi bilen bir aydın gözüyle.
Göçtü bu âlemden
Çocukluğumda büyükbabam bana “Biz Peygamber soyundanız,” derdi. Sonra tebessüm ederdi: “Sülalemizde altmış üç yaşından fazla yaşayan hiç kimse yok.’ Safiye Erol da 1964 yılında vefat ettiğinde altmış iki yaşındaydı. O, orta katı seçmişken; aşk onu tam sınırda, çizginin bir adım gerisinde tutmuştu. Aşkla, hayatla ve imanla dolu olan bir Müslümanın yaşantısında ölüm korkusu, devasız ruh illetleri hükmünü sürdüremezdi. Onda belki de sevgiden süzülmüş tatlı bir endişe vardı. O buna nasıl dayandı, bilmiyorum. Ama kırk yaşın bilgeliğine ulaşmış bir insan, örtülere bürünür. Gerçek âşık damgasını taşıyanlar, sükût eder önüne bakarmış.
Sevâl Günbal
http://www.dunyabizim.com/index.php?aType=haber&ArticleID=6877